18 Ocak 2010 Pazartesi

...


İtikat sahibi olmak... Nedir bu? Nasıl olunur? Bir kere sahip oldunuz mu bir daha kaybetmez misiniz? Hayat, itikat sahibi olmak için kısa, itikatlı kalmak için uzun... Elbette göreceli ama ben böyle düşünüyorum. Buna da karışamazsınız ya.. Boyumdan büyük laflar etmek gibi bir gayem yok. Lakin “İlim sahibi olmadan fikir sahibi olmak” gibi klişelere de bu yazıda yer yok. Niye mi? Kuzum İnanmak ilim sahiplerine mahsus değil ki... Eski türk filmi repliklerini kullanmamalı mıyım? Komik mi oluyorum? Yahu sorun bu değil. İlla laf kalabalığı yapacaksınız. Ben gecenin bu vaktinde kafama takılan bir soruya cevap arıyorum o kadar... Milyarlarca inançlı insan var değil mi? (Durun bir dakika sorum bu değil elbet) Müslüman, Hristiyan,Yahudi, Şaman, Budist, Zerdüşt, Yehova’nın şahitleri, Afrika Geleneksel İnanç mensupları (böyle yazınca tuhaf durdu ama...) Daha sayamadığım bilumum inanç sahibi. Şimdi gidip bu itikat sahiplerine deseniz: “Eğer iman ettikleriniz gerçekse, hiçbir sorgu suale çekilmeden ebedi mutluluğa kavuşacaksınız. Tek bir şey yapmanız gerekiyor. Ölmek. Bir dakika dahi düşünmeden.” Kaçı kabul eder sizce? Hemen olayı çarptırmayın. İntihar etmekten bahsetmiyorum. Sadece tüm kalbinizle ölmeyi isteyeceksiniz. Gerçekte ne kadar itikat sahibi varmış ortaya çıkar mı? Kim münafık, kim menfaatperest, kim ikiyüzlü, öğrenir miyiz? İyice düştüm mü?

Haklısınız. Ne yapıyorum ya... Şu an KPSS’ye çalışıyor olmalıydım. Kural içi boşluk, Hukuk boşluğu, Mutlak Butlan, Nispi Butlan nedir bilmeli günümüz memurları... Anayasayı yalayıp yutmalı, Tarihi sular seller gibi ezberlemeli... Eski Türk devletlerinde ülke hükümdar ve ailesinindir. I.Murat ülke padişah ve oğullarınındır demiş. Fatih ise ülke padişahındır diyerek kardeş katlini yasallaştırmış. Amaç çıkması muhtemel bir iç savaşta daha fazla kardeş kanı dökülmesin. Cumhurbaşkanı Bütçe Kanunu tekrar incelenmek üzere meclise gönderemez. Danıştay üyelerinin ¾’ü Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından, ¼’ü Cumhurbaşkanınca seçilir. Fransa ve Rusya'da yarı başkanlık sistemi vardır. 1982 anayasası kazuistiktir. 1961 Anayasası en özgürlükçü anayasamızdır (Ki devletin en üst düzeyindeki adamın en temel özgürlüğünü alan cunta tarafından hazırlanması düşündürücü. Tabi o günleri yaşamadık. Şartlar farklıydı diyenler çıkacak. Yorum yok...) 1921 anayasasında meclis hükümeti sistemi var. Cumhurbaşkanı ve Başbakan yok. Meclis Başkanı Hükümetinde Başkanı. Ayrıca 1921-1924 Anayasalarında kuvvetler birliği ilkesi benimsenmiş. Sosyal Devlet, Hukuk Devleti, Demokratik Devlet ilkeleri ilk kez 1961 Anayasasında yer almış. Divan-İşraf devlet memurlarını teftiş eder. Divan- istifa mali işlerden sorumludur. Uçmağ cennet, Tamu cehennem demektir. Ölü gömme törenlerine yuğ, yakılan ağıtlara sagu denir. Ulufeciler sancağı ve bayrağı korur. Galebe divanında elçiler kabul edilir.

Daha Coğrafya ,Türkçe, Matematik, Geometri var. Tabi alan derslerini unutmadım. En azından Maliye ve Muhasebeye çalışmalıyım.. İktisat, Hukuk, İşletme v.b. de var ama yetişmez. Nasıl unuturum ya İngilizce var daha... Oohooo çok çalışmam gerek çok.. Hadi ben kaçtım..

Yazıyı bir yere bağlamadan gidemez miyim? Niye? Kafası karışmış bir adamın saçmalıkları deyin geçin işte... İtikat sahibi olmakla başlayıp KPSS ile bitirmek abes mi? Durun o zaman söylüyorum. Yazının ana fikri: “İnanmak başarmanın yarısıdır” Yok lan ana fikir falan... Lan demem hoş olmadı mı? Haklısınınız. Temyiz kudretimin yerinde olduğu bir günde sağlıklı yazılarla görüşmek dileğiyle esen kalın...

Not: Yukarıda geçen bilgilerin doğruluğundan yazar sorumlu değildir. Tekrarlıyorum. KPSS’deki olası başarısızlığınızın müsebbibi değilim. Öğrenmek isteyen adam gibi oturup çalışsın. ("Adam gibi" bir deyim. Hemen cinsiyet ayrımcılığı yapmakla suçlamayın. TDK bile kabul etmiş. Ha TDK’nın kabul ettiği her şey doğrumdur tartışılır. Lakin vaktim yok. Bu yazıda “iyice, derinlemesine, ayrıntılarıyla çalışın" anlamında kullanılmıştır.)

14 Ocak 2010 Perşembe

Ankara


Dile kolay 14 yıl... Ankara'ya düştüğümde çocuktum. Düşmek diyorum çünkü düşülecek şehirdi Ankara. Yaşamak için ya mahkum olmalıydınız ya memur...

Ben de öyleydim işte. Memur olmaya çalışan mahkum. İliklerinize kadar işleyen soğuk, yazları bile terk etmeyen karamsarlık, dört mevsim kurtulamadığınız tenkit edici bakışlar... Nasıl olur da sevebilirdiniz? Hiçbir şey vaat etmiyordu. Ne bir denizi, ne uçsuz bucaksız ormanları... Çorak topraklarında hüküm süren büyük adamlarından başka neyi vardı? Bu da yetmezmiş gibi bacalarından çıkan dumanlar gün be gün zehirliyordu sizi.

Ama cellatlarına aşık olan mahkumlar gibi bende teslim oldum sonunda.

Evet itiraf ediyorum: "Tüm çirkinliğine rağmen seviyorum seni Ankara..." Biliyorum umurunda değil. Olsa da söylemezsin. Soğukluğunun yegane sebebi bu anlamsız gururun değil mi? Merak etme tumturaklı sözlerim yok senin için. Farkındayım hoşlanmıyorsun onlardan. Ama sormadan edemiyorum. Neden? Neden bu kadar renksizsin? Topraklarında kurulan TRT bile değişti. Gel inat etme artık. Ebem kuşağı ile arandaki husumeti gider ne olur. Söyle birkaç rengini ödünç versin sana. Çıkar artık üstündeki tayyörü. Dağıt saçlarını. Oje sür tırnaklarına. Ve izin verde birisi tutsun ellerini.. Zamanında kimler kırdı seni bilmiyorum ama bir şans daha ver bizlere... Üzerimize basıp geçme. Hoyratça kullanıp bir kenara atma... Ha unutmadan tüm debdebenin dışında, kenar mahallende yaşananları, yaşayanları da görmezden gelme.

3 Ocak 2010 Pazar

MUTLULUK


10-11 yaşlarında, sabahları üçgen peynir, közlenmiş sosis ve sarellemi yerken izlediğim bir çizgi film vardı: “80 Günde Devr-i Alem” O zamanlar bu çizgi filmin 80 günde bitip bitmeyeceğini düşünmekten daha önemli işlerim yoktu ve mutluydum.

Yine o yıllarda gördüğüm bir reklam tabelasının üstünde şunlar yazıyordu “Hayat bazen tatlıdır” Geçmiş zaman, ne olmuştu hatırlamıyorum; ama mutluydum. Tabelaya bakıp gülümsediğim aklımdan çıkmamış. İçimden söylediğim şu sözler de dün gibi hatırımda: “Ne bazeni ya... Hayat süper” Bu kadar net hatırlamamın nedeni kısa süre sonra yaşadığım acı bir olay. Şimdi hayatımı baştan sona değiştiren o güne dönmek istemiyorum. Tek bir şey söyleyeyim: Hayatın o gün son bulması gerektiğini çok düşündüm..

Aradan 13-14 yıl geçti. Artık kahvaltıdaki sosis, sarelle ve üçgen peynir mutlu olmama yetmiyordu. Çünkü büyümüştüm ve mutluluk çocukken ki kadar kolay elde edilen bir şey değildi. Mücadele etmeliydiniz. Aramalıydınız. Peşinden koşmalıydınız. Anlayacağınız zahmetli işti mutlu olmak.

İki gün evvel yeni bir yıla girdik ve yılın ilk günü diğer senelere nazaran çok farklıydı. Uzun zaman sonra “hayat güzel be” dedirtti . Yine de çok şey beklemiyorum. Hani iddialı sözlerim yok: “Bu yıl farklı olacak” gibi... Ancak 2010 yılının ilk sabahı bir şeyi anladım. Mutluluk hala kahvaltıdaki sosisin içindeymiş. Belki de dün geceden kalan bulaşıkların arasında... Yakalamak için sağa sola saldırmaya, peşinden koşturmaya gerek yok. Hayata küsüp bir kenarda öylece bekleyin de demiyorum. Kapıyı aralık bırakan yeter. Eğer isterse o sizi bulur.

2 Ocak 2010 Cumartesi

SANA


İçimden geldi Özdemir ASAF'ın birkaç şiirini paylaşmak istedim. Ha bir de neden bu resmi koydum anlayabilmiş değilim :)

SANA

Küçük çocuklar yapıp geceleri kendimden,
Seni öpsünler diye gönderiyorum sana.
Bana, kucaklarında seni getiriyorlar;
Ben de sonra o seni getiriyorum sana.

NOKTASIZ

Biri gelir sorarsa
Sana beni sorarsa
Gitti der misin
Gittiğimi söyler misin
Gidiyorum ben sana
Benimle gider misin.