28 Aralık 2009 Pazartesi

Yeni Yıl


"Yeni yılda herkese ..... diliyorum." Nereye baksam bunu görüyorum.Televizyonlarda, reklam tabelalarında bir de öyle bir şey ki herkesin dilinde. Kuzum kimden ne diliyorsunuz Allah aşkına... İnanan insanların dilekleri anlaşılabilir. Lakin ateistler komik duruma düşmüyorlar mı? Yanlış anlamayın 2010 yahut başka bir yılın manevi bir gücü olduğunu ve bu gücün dileklerini gerçekleştireceğini kabul edenleri kastetmiyorum. Sonuçta onlarda Tanrısal bir kuvvete inanıyorlar. “Temenni anlamında söylenen bir şey. Olay çıkarmaya gerek yok...” Temenni mi o da bir şeyin gerçekleşmesini dilemek değil mi? “İlla takılacak bir şey bulacaksın. Kafanda kur kur gel yaz. Herkesin işi gücü var. Senin safsatalarını okuyacak vakti yok.” Hiç değişmeyeceksiniz değil mi anlamadan dinlemeden yaftalayacaksınız. Çok mu vazgeçilmez sanıyorsunuz kendinizi? Nedir sizi bu kadar önemli yapan? Çok mu ihtiyacım var okumanıza? Beğenmeyen defolsun gitsin. Daha aleni olamam. Çok mu kaba oluyorum. Hakaret etmeye hakkım yok mu. İnsanlar beğenmek zorunda değiller mi? Yahu neden anlamıyorsunuz hiçbirinizi silah zoruyla tutmuyorum burada.... Gecenin yarısında hepinizi bağladım mı? Bırakayım da gidin mi? İşiniz gücünüz mü var? Kuzum aptal mısınız siz? Gecenin yarısında yazan benim ama sizlerin bunu ne zaman okuduğunuzu nasıl bilebilirim? Polemiğe girmek istemiyorum oysa sizler işi gücü bırakıp benimle uğraşıyorsunuz. Hepiniz kafamın içinde misiniz? Saçmaaaaaaaaaaaaaaa. Yok öyle bir şey. Ne? Gayet iyi mi biliyorum. Anlayamıyorum sizi durun bir dakika. Neyi kastediyorsunuz? Kafam karıştı. Öfffffff hep bir ağızdan konuşmayın ne olur. Yoo dayanamayacağım artık bir bu kalmıştı yapmadığınız. Adi taklitçilikle suçluyorsunuz. Nereden mi çaldım bunları. Ben... Ben... İğreniyorum hepinizden defolun... Kulaklarımı tıkadım duymuyorum hiçbirinizi Bundan sonrasını gerçek okurlarım için yazıyorum. Hayal olduğunuzu kabul mu ettim. Tuzağa mı düşürdünüz beni... Gerçekte olmayan bir şey nasıl tuzağa düşürebilir ki? Demek ki varsınız. Buralarda bir yerde... Belki fotoğrafınızı çekemem, sesinizi kaydedemem ama bunların hiçbiri olmadığınız anlamına gelmez. Madem öyle ispatlayın yokluğunuzu. Ne oldu? Sustunuz. Ha anladım yeni taktiğiniz bu. Konuşmazsanız, sesinizi çıkarmadan bir kenarda beklerseniz varlığınızı ispatlayamayacağımı düşünüyorsunuz. İyi taktik. Ama kuzum benim mevcudiyetinizi kanıtlama gibi bir derdim yok ki. Neden mi yok.. Dayanamadınız değil mi? Biliyordum. Görüyorsunuz işte... Sizler varlığınızı ispatlıyorsunuz zaten. Kafayı mı yedim. Ne kadar banal bir yorum.. Şimdi de akli ehliyeti yoktur deyip yırtacaksınız. Varsayalım bana var olmadığınızı kabul ettirdiniz. (Ki var olmayan bir şey yokluğunu nasıl ispatlayabilir anlayabilmiş değilim) Peki kendinize... Söylesenize kendinize nasıl tanıtlayacaksınız. Gerek yok mu... Bana yokluğunuzu kanıtladığınız an pufff yok mu olacaksınız. Ne yapsanız boş. Anlamıyor muyum sanıyorsunuz. Varlığınızı reddederek kendimle çelişmemi bekliyorsunuz. Sizde biliyorsunuz ki olmadığınızı hiçbir zaman kabul etmeyeceğim. Amacınız belli... En azından kafasını karıştırıp huzurunu kaçıralım. Bu infial kime? Nedir ezikliğinizin kaynağı? Neden bu kadar korkuyorsunuz? Bu kendinizden kaçış nedir? Neden inatla yok olmak için tüm gücünüzü harcıyorsunuz? Söyleyin lütfen neden yapıyorsunuz bunu? Niyetiniz bana acı çektirmek mi? Ha öyleyse başarısız olduğunuzu söyleyemem. Çok üzülüyorum sizler için. Acımama ihtiyacınız yok mu? Hayattaki en acınası şey başkalarına acıyan insanlar mı? Ufacık bi dokunuşta saldırıya geçiyorsunuz. Artık söyleyecek söz bulamıyorum. Şairin dediği gibi bundan sonra kelimeler kifayetsiz. Sahi ben ne anlatmaya çalışıyorum. Aslında hiçbir şey değil mi? Pek bir şey anladığınız söylenemez çünkü. Çünkü sizler öyle bir idrak kuvvetine sahipsiniz ki anlayamadığınız bir şeyin varlığını kabul etmeniz söz konusu olamaz. Çünkü kabullenmek fevkalade zekanıza hakarettir. Hem nasıl olurda pespaye biri sizin anlayamayacağınız şeyler yazabilir. Son cümlesine kadar safsatalarla dolu olan bir yazıyı değerli kılmak için yapılmış adi bir oyundan başka nedir ki bu? Çözdünüz mü beni. Dikkat çekmeye mi çalışıyorum. Varlığını ispat etme kaygısını iliklerine kadar taşıyan ben miyim? Delicesine kendini kanıtlamaya çalışan; “bakın buradayım niye görmüyorsunuz?” diye haykıran ben miyim? Yok olma korkusuyla sağa sola sataşan ben miyim? Hiçbir şey anlatmadığı halde “Anlatıyorum ama önünüzü bile görmeyen sizler nasıl olurda bunu fark edebilirsiniz” diyen ben miyim? Ne diyebilirim ki... Devam edin böyle. Anlayamıyorsanız inkar edin. En kolay yol budur Sakın ola bu yoldan dönmeyin. Ne zaman uslanacaksınız bilmiyorum. Haklısınız vazgeçmesi gereken benim. Sahi ya kime ne anlatıyorum sizler zaten yoktunuz.

24 Aralık 2009 Perşembe

Neoya (Ne o ya)




İlk Defa 3’ü 1 arada: Şampuan, Duş ve Tıraş Jeli... İsmi lazım değil (reklama girer) bir firmanın yeni ürünlerinden...

Çok hoşuma gitti. 5’i hatta 6’sı bir aradalarını bekliyorum... Deodorant, diş macunu ve Tıraş kolonyası olarak da kullanılabilenleri... Aslında tablet şeklinde üretseler süper olur. Hadi sloganlarını da yazayım... "Her sabah bir tablet alın vücudunuz ilk günkü gibi olsun..."

22 Aralık 2009 Salı

Ben


Az önce 7-8 sene evvelki beni çağırdım... Utana sıkıla geldi... Öylesine mahcup ki ne söylesem kırılacak... Havadan sudan konuştuk ... Memnun musun dedim gelecekteki hayatından... Ne dese beğenirsiniz... “Nasıl bilebilirim ki bir gün bile yaşamadım geleceğe dair. Sana sormak lazım” Gülümsedim... “Sahi ne iş yapıyorsun” Kem küm ettim. “Çalışmıyorsun değil mi?” Ya evet ama deyip sebebini söylerken susturdu. “Bana beni anlatma” Yine güldüm. Bu sefer küçümser bir edayla... Ne biliyorsun ki hakkımda? Sanıyor musun ki ben hala senim... Sustu... “Beni özlüyor musun?” diye sordu utanarak. Pek değil dedim... Alındı... Biliyorum çok mahcup... Kim bilir içinde ne fırtınalar kopuyor... Acıdım. Yardım etmek istedim... Kabul etmedi. Hani böyleleride pek gururlu oluyor... Lafı hikayeye getirdim... Söylesene niye yazmıştın bunu? Ne anlatmak istemiştin? Bu kadar bayağı olmaya ne itmişti seni ? “Kelimelerle aram senin kadar iyi değil” dedi... Hoşuma gitti... Üstünlüğümü kabul ettirmiştim... Yüzümdeki aşağılayıcı tebessümü fark etti. O an yanıldığımı anladım. Nasıl olmuştu da yenilgiyi bu kadar kolay kabulleneceği gafletine düşmüştüm. Düştüğüm çetrefilli durumu fark ederek vurucu darbeyi indirdi... “Lakin sende olmayan bir şeye sahibim.” Kızdım ama belli etmemeye çalıştım. Bende olmayan neye sahip olabilirdi ki... İçimi kemiren meraka yenik düştüm... Pek üstünde durmaya değmezmişte lütfedip soruyormuşçasına bir tavır takınarak “Çok merak ettim kuzum bende olmayıp sende olan ne acaba” dedim. Öyle bir güldü ki... Oracıkta öldürmek istedim onu... Sinirden avucuma geçirdiğim tırnaklarımın arasından süzülen kana bakarken yok oldu ortalıktan. Bağırdım “Saygısız herif. Buraya gel çabuk.... Bende olmayıp sende olan ne var? Korkak it... Hep böyleydin zaten. Sıkışınca kaçıp giderdin. Sinsi köpek. Bir de utanmadan soruyor beni özlüyor musun diye... Zerre kadar özlemiyorum seni... Bir daha gelme... Defooollll...” Daha neler söyledim garibanın ardından lakin tek yanıt alamadım... O kadar ağır konuştum ki; bundan sonra çağırsam da gelmez. Beni zihnimi kemiren bu kurtçukla baş başa bıraktı ya... Alacağı olsun... Biliyorsanız siz söyleyin ne olur... Bende olmayıp onda olan ne var?

KAR’A SEVDA


Bu hikayeyi 7-8 sene evvel yazmıştım... Geçenlerde konuştuğum eski bir tanıdık ısrarcı olunca aslına sadık kalarak yayımlamaya karar verdim.

Bundan yılar önce Temmuz Kar'a aşıkmış. Tabi Kar da Temmuza...
Tek arzuları kavuşmak olan iki sevgili yıllarca beklemişler birbirlerini...
Aradan onlarca yıl geçmiş lakin ne Kar Temmuza uğramış ne de Temmuz Kar'a yetişebilmiş... Yine de vazgeçmemişler beklemekten ve tam 100 yıl sonra bir Temmuz akşamı kar yağmış... Mutluymuş Temmuz kavuşmuş sonunda beklediği sevgiliye... Sabaha kadar hasret gidermişler...Lakin günün ilk ışıklarıyla Kar erimiş... Dayanamamış Temmuz’un sıcağına... Giden sevgilinin ardından çok ağlamış Temmuz... Yine de vazgeçmemiş beklemekten... 10 yıl... 20 yıl... 30 yıl heyhat ne gelen var ne de giden... Yine tam 100 yıl sonra bir Temmuz akşamı kar yağmış. “İşte” demiş Temmuz “Bu kavuşma 100 yıl değil 1000 yıl beklemeye değer” Kar bu sefer kararlıymış “Erimeyeceğim” diyormuş... “Bırakıp gitmeyeceğim Temmuzu” bu saadetle uykuya dalmışlar. Sabah olmuş kar erimemiş. Lakin Temmuz yokmuş yanında... O gece Temmuzun son gecesiymiş... Giden sevgilinin ardından seslenmiş kar “Bekleme beni biz birbirimize göre değiliz. Yağmuru sev, Rüzgarı sev, Güneşi sev... Onlara kavuşman daha kolay”

Evet demiş Temmuz onlara kavuşmak kolay... Lakin senden başkasını sevmek... Zor... Hemde çok zor...

16 Aralık 2009 Çarşamba

Kelimeler


Matbaada ruhlarını kazanmadıkça anlamlı bulmuyorum kelimeleri. Kağıt kokusu olmayınca suni geliyor harfler bana... Bedenleri olduğunu inkar edemem. Lakin ruhsuzlar... Böyle oluncada çürüyüp gidiyorlar.

Bloglar yapaylaştırıyor sözcükleri. Hissizleştiriyor. Acımasızlaştırıyor. Yepyeni anlamlar yüklüyor her birine... Ve ben her anlamaya çalıştığımda şekil değiştiriyorlar. Kandırılıyorum... Belki de yeterince saygı göstermiyorum onlara. Pek de önemli değillermiş gibi üstünkörü okuyup geçiyorum. Bir yazar için tehlikeli değil mi sizce? Durun hemen kendimi bi halt sandığım yok... Lakin düşünmeden edemiyorum Dostoyevski, Steinbeck, Dickens blog yazsaydı ne olurdu? Raskolnikov ile bilgisayar ekranlarında tanışsaydık; yine de öldürür müydü o tefeci kadını...

Anlaşılır olmaya çalıştıkça bayağılaştığımın farkındayım. Kızmayın lütfen. Hepsi bu yapay sözcükler yüzünden. Kocaman kocaman anlamlar yüklüyorum üstlerine. Kaldıramıyorlar. Kalıbının adamı değiller. Bilhassa İzbandut gibi olanları seçiyorum. Yine de olmuyor. Ufak bi esintide savruluyorlar etrafa... Devasa bir balon gibi... Bir muzır çıkıp iğneyi batırıyor. Pufff... Yok olup gidiyorlar...

15 Aralık 2009 Salı

O.Ş.K. ve M.S.’ye



Quasimodo isimli yazıya ithafen;

Yazar birinci bölümde "böyle bir mekana niye gidilir,insanlar burada ne yapar, ne yapmalıdır" ı sorgulamıştır.

Ancak burada tutunacak bir dal bulamayınca saldırıya geçerek, "Aman efendim ben çocuk muyum?, ne yapıp yapmayacağıma karar verecek yaştayım” gibi klişelere sığınarak; "yavuz hırsız ev sahibini bastırır" misali haklı çıkmaya çalışmıtır.

Lakin üçüncü bölümde vicdanına yenik düşmüş ve doğum günü çocuğunun bir sözüyle olayı ilişkilendirerek quasimodo'nun türkçe anlamına (eksik, yarım kalmış) vurgu yaparak bu sistemdeki eksikliğini kabul edip teslim olmuştur...

Son bölümde ise esmeraldanın (Hayatının kadınının) tüm bu metaforları, ironileri v.b. anlayıp anlayamayacağını sorgulayıp vurucu darbeyi indirmeye çalışmıştır.

O.Ş.K’da M.S’de yazarı anlayamamışlardır... :)Umarım birgün yazarı anlayanlar çıkar... Yazar şu an sanat sanat için midir? Sanat insan için midiri sorgulamaktadır...

Ulan bu yazar iyi adam aslında... Ben seviyorum... Biraz da imla kurallarından haberi olsa, devrik cümleler kurmasa, anlatım bozukluklarından uzak dursa (Hasılı Türkçe bilse )bayağı iş yapar.

Neyse efendim bundan sonra okuyanlar bu önsözü dikkate alsın. (Son söz mü demeliyim yoksa)

Resimdeki göndermeye dikkat :)

Not: Bu yazıyada alınmayın insanı yazmaktan soğutmayın... Yalandan da olsa güzel olmuş falan deyin. Heyhat böyle okuyucularımız yok...

14 Aralık 2009 Pazartesi

Absürd



İstek üzerine yazmıyorum. Ama napim çocuk zor durumda... Çocuk dediğim vakti zamanında evlenmiş olsa evladı “baba bak teşekkür aldım” deyip dikilirdi başına. O zaman görürdüm onu.... Suni problemlerle uğraşmak neymiş anlardı... Biri gelir "canım sıkkın; işyerindeki kızı görmeye dayanamıyom, sinir oluyorum boğasım geliyor" diye ağlar... Öbürü arar "moralim bozuk ben bi halt yedim ki sorma" diye zırlar. Güzin ablamıyım ulan ben... Tamam işsiz güçsüz bi adamım. Ama bizimde problemlerimiz var dimi...Ağlayıp zırlıyor muyuz böyle... Şaka şaka kızmayın hemen... Tamam yardımcı olacağım. Sevgili dostum öncelikle yapman gereken şu... mal mal okuma lan yok elbette öyle bişey... neyim ben. Nerden bilim ne yapman gerekiyor. Adam kağıt kalem almış üstünede “yapılacaklar listesi” yazmış. Oğlum idiot musun sen? Yuh yani...

Tamam ulan söylüyorum. Madem bu kadar zor durumdasın iyi dinle... Kızın teklifini kabul et. Taşının aynı eve... Beni de evlat edinin. (Ne zamandır bi yere kapak atmaya çalışıyorum zaten...)Cebime üç beş kuruş harçlık koyarsanız yemekte yaparım size. Gül gibi geçinir gideriz işte... Az masraflı çekirdek aile... İstediğiniz kadar şefkat gösterebilirsiniz. Dövmeye kalkarsanız karşılık veririm ama... Söylemedi demeyin sonra... Dayağı yiyince gazetelerin üçüncü sayfasına çıkarasınız bak. Ya da ucuz kadın programlarında derdinizi anlatırsınız.... “efendim yimedük yidirdük giymedük giydirdük. Evlat dedük bağrimiza bastik şu suratimin haline bi bakın. eşüm diseniz kötürüm oldü” (Bu kadar dayaktan sonra şivede bi kayma olmuş tabi... Nasıl sinirlendiysem kimbilir... zamanı bükmüş bile olabilirim) Tam o sırada bağlanırım telefonla “Yalan efendim Ne eşi kaç yıldır dost hayatı yaşıyor bunlar.” Bi anda uğultu yükselir stüdyodan... Bi de orda dayak yersiniz...

Ben doğu yolculuğuna çıkmışım taaa memleketin öbür ucuna gelmişim bi de dayak yiyeceğim ha! yok öyle yağma... Bakacaksınız ulan... Yedirtmem size o parayı... Evlat edinirken kolaydı dimi... Ne vicdansız mahluklarmışsınız... İçip içip eve geldiniz. Dövmeye kalktınız... Dayağı yiyincede sarıldınız mağdur edebiyatına...

Ne olacak dimi... Atın sokağa ... Tinerci mi olur köprü altlarında mı yatar hiç düşünen yok... Çocuk oyuncağı değil bu işler efendi... Hele bi bakmayın mahkemeye veririm sürüm sürüm süründürürüm.

Ulan millet doğu yolculuğuna çıkıyor “hesse” oluyor... Biz karın tokluğuna çalışıp şiddete maruz kalıyoruz. Gelişir mi lan bu ülke.. Yok efendim bizden niye “Bi Kafka, bi camus, bi sartre” çıkmıyormuş... izin mi veriyorsunuz oğlum. Ah bi fırsat verseniz 5 kafkayı cebimden çıkarırım ben... Camus da kimmiş? Sartre benim yazdıklarımı okusa eline kağıt kalem almaz bi daha... (Sartre öleli 30 yıl mı oldu! Neyse efendim anladınız ne demek istediğimi) Ama yok dimi bi ecnebi hayranlığı almış başını gidiyor... Efendiler bu işe yıllarımı vermişim ben... En çok bana soracaksınız en çok banaaaaaa...

Not: İyiymiş lan bu... Öyle noktalamaymış anlatım bozukluğuymuş cartmış curtmuş hiç bi derdin yok... salla gitsin...Eeee dostum "ne kadar ekmek o kadar köfte" bu paraya ancak bu kadar olur... Sahi ne kadar vermiştin “0 TL” mi Allah belanı vermesin. Çok bile lan bu sana...

13 Aralık 2009 Pazar

Quasimodo



Evvelki gün çok önemsediğim biri 21 yaşını doldurdu. Dün de ismi lazım değil bir barda adına eğlence tertip edildi. (Farkındayım bazı sözcükler eğreti duruyor.. Ama lütfen bir kez olsun karışmayın.) Velhasılkelam oradaydım.

Böyle yerlere gelmeyeli 3-4 yılı geçmiş 18-22 yaşlarımda benzer mekanlarda bulunmuşluğum oldu. Altını çizerek söylüyorum “bulunmuşluğum..." Bunun ötesine bir türlü geçemedim. Böyle mekanlarda millet dans ediyor, eğleniyor, amiyane tabirle kurtlarını döküyor. Oysa ben kös kös oturuyorum. Bu da yetmezmiş gibi eğlenen insanların keyfini kaçırıyorum. “Yahu adam madem dans etmiyeceksin niye geldin?” Ama ben ... “Sus hemen bahane arama haksızsın işte...” Haklısınız bilemedim. Aslında doğum günü sahibinin oda arkadaşlarından birinin öbürüne “Hadi sen de dans et de gidelim” dediğinde mekanın yazılı olmayan normlarından birini ihlal edeceğimi tahmin etmeliydim. Ama bu cümlenin bir yerlerinde metafor olduğunu düşünerek kulak arkası ettim. “Metafor mu? Aptal mısın sen? İnsanlar oraya eğlenmek için geliyor. Oturup sohbet edeceğinizi düşünmemiştin herhalde...”

Ya durun bi dakika bu kadar üstüme gelmeyin. Zaten girişte sinirim bozulmuş. Cinsiyetim yüzünden ikinci sınıf muamele görmüşüm. Barın kapısındaki badigard kılıklı heriften “Nereye gidiyorsun arkadaşım” diye fırça yemişim. Bu da yetmezmiş gibi insanların sıkıldığımı düşünerek üzülmeleri keyfimi kaçırdı tabi. Yahu rüştümü ispat edeli epey oldu. Üzerimde ailesel ya da toplumsal bir baskı yok. Lakin insanların 17 yaşında yeni yetmeymişim de bir türlü zincirlerimi kıramıyormuşum gibi düşünerek ( Elbette tüm iyi niyetleriye) benide oyuna (afedersiniz eğlenceye) davet etmeleri sizcede komik değil mi? Bir ara onları kıramayarak davetlerine icabet etmeye çalıştım. Ama bu seferde komik olan bendim. Aklınız tümüyle redderken bedeninizin dans etmeye çalışması harmoni bozukluklarına sebeb oluyor...

Durun hemen yaftalamayın... Bir türlü vazgeçemiyeceksiniz şu huyunuzdan... Ağır abilerden değilim. Üstelik hiç haz etmem o tiplerden... Onlarda yukarıda saydığım baskıların binbir çeşidi var. Peki kim miyim? Ben... ben... bilmiyorum.

Biraz erken ayrıldım... Sıkıldığımdan değil. Koskoca Başkentte bazı semtlere gece 12:00’den sonra otobüs dolmuş v.b. olmamasından. Anlayacağınız balkabağına dönüşme korkusuyla yaşamak külkedisi masalına özgü değil... Param olunca bu semtten taşınacağım. Bir de araba alacağım.

Külkedisi masalı deyince doğum günü çocuğunun sözleri aklıma geldi... “Quasimodo” demişti. “Sen Quasimodosun...” Victor Hugo Notre Dame’ın Kamburunu yazarken ne düşünmüştü; “Quasimodo” kimin ya da neyin izdüşümüydü bilmiyorum. "Sen Quasimodosun..." kulağa hoş geliyordu. Fransızcada “yarım kalmış, tamamlanmamış” anlamına gelen bu yakıştırmayı delicesine sahiplendim.

Olur olmaz her yerde mırıldandığım bir şarkı düştü aklıma...
“Hava ayaz mı ayaz ellerim ceplerimde
Bir türkü tutturmuşum, duyuyorsun değil mi?” Barışmançonun huzur veren sesi eşliğinde hayatımın ne kadarı metaforla kaplı ve esmeralda bunun ne kadarını anlayabilir diye düşünürken uyuyakalmışım.

7 Aralık 2009 Pazartesi

Acımak


Dün gece Reşat Nuri’nin acımak’ını okudum. Bir solukta biterebileceğiniz 150 sayfalık kısa bir kitap... Osmanlıca kelimeler yoğun. Mamafih arkasına 7-8 sayfalık bir sözlükçe eklemişler. Farz-ı mahal “irtikap” sözcüğüne takıldınız. Önünüzde iki seçenek var. Ya cümlenin akışına göre anlamaya çalışırsınız yahut 15-20 saniyenizi ayırarak sözlükçeye bakarsınız. İrtikap ne mi demek? Kuzum sizde zırcahil çıktınız “rüşvet almak, hile yapmak” işte... İnkişaf, meccani, müfsit, matlup, nuhuste müseyyep... daha niceleri mevcut bu kitapta... Sakın ola bunlar gözünüzü korkutmasın. Mutlaka okuyun. Pişman olmazsınız.

Yüreğinize dokunan acıklı bir hikayenin anlatımındaki tümceler alıp götürücek sizi ... Saçma sapan işlerle uğraşacağınıza 2-3 saatinizi ayırın. Merak etmeyin birşey kaybetmezsiniz.. Hoş kaybedecek neyiniz var ki! Ne diyorum ben yahu... Haklısınız... Hiçbirinize karışmaya hakkım yok. Ne haliniz varsa görün. Yo çirkinleşmiyorum. Ne istiyorsanız onu yapın demek istedim. Elbette ne yapıp yapmayacağınızı bana soracak değilsiniz. Ne de olsa sizler en iyisini bilirsiniz. Kuş kadar aklımla ironi yapmaya çalıştığımı mı söylüyorsunuz. Lütfen inkar etmeyin. Duydum. Özür beklemiyorum hiçbirinizden. Lakin beni çirkinleşmekle suçlarken düştüğünüz durum düşündürücü değil mi! Naçizane bir tavsiyede bulunmak istedim. Ama sizler... Dedim ya özür beklemiyorum. Sakın gönlümü almaya çalışmayın. Bu kadar riyakarlığı kaldıramam. Suç bende. Ukalalık ettim. Şimdi de ters psikoloji yaparak vicdan azabı çektirmeye çalıştığımı mı söylüyorsunuz. Sahtekarlık yapıyorum yani. Kuzum sizler iflah olmazsınız. Dedim ya ne haliniz varsa görün. Niye mi kitaptan bahsetmiyorum? Yahu dalga mı geçiyorsunuz? Bu kadar laf işittikten sonra insanda iştah kalır mı? Hasılı merak eden okusun.

5 Aralık 2009 Cumartesi

Bir Sokak Köpeğinin İzdüşümleri


Otogardan eve yürürken ne erişkin ne yavru, alabildiğine kirli bir köpek takıldı peşime... Acıktığını düşünüp 1-2 kraker attım önüne... Vicdanımı rahatlatmak ama daha çok gecenin ayazında peşimde dolaşmasından kurtulmak ümidiyle... Şöyle bir kokladı tekinin bile tadına bakmadan yoluna devam etti... Durdum durdu. Karşıya geçtim. Geçti. Sağa döndüm. Döndü. Evin önüne vardığımda poşettiki kekin kokusunu aldığını düşünerek çıkartıp koydum önüne. Kokladı. Yine ağzına sürmedi. Bu sefer kızdım.”Şu etrafına bir bak onca köpek açlıktan sürünürken sen yemek beğenmiyorsun Yaptığın nankörlüğün daniskası ...... git” deyip kovaladım. Zile bastım. Kapı açıldı. Girdim içeri. Kapattım kapıyı. Merdivenlerden çıkarken patileri kapının demir parmaklıklarını tırmalayan köpeğin ağlama sesi kulaklarımdaydı. Ne istiyordu bu köpek?

Bayramın son günü babannemdeydim sağdan soldan laflarken “Memuriyetten istifa ettiğini kimseye söylemedim” dedi “Ne yapıyor” dediklerinde “Ne yapsın Çalışıyor.” Diyormuş. Niye dedim. “Aman millet başlar şimdi söylenmeye “Bunca insan İşsizlikten kırılırken senin şu torunun yaptığı düpedüz nankörlük” diye”

Dün gece uyuyamadım. Babannem geldi aklıma... Sosyal statüm onu kaygılandırıyordu. Hele günümüz koşullarında iyi denilebilecek bir işi bırakmış olmam bir türlü aklına yatmıyordu. Bana olan sevgisinden bir an olsun kuşku duymadım. Dünyada seni seven tek insan var deseler; hiç düşünmeden “Babannemdir” derim. Lakin biliyorum ki için için kızıyor bana... Peki ne yaptım ben?

Bu sabah sokak köpeği düştü aklıma... Kimbilir daha önce kimlerin peşine takılmıştı? Kimlerin önüne attığı kemiklerle yetinmemişti? Başka kimler hor görüp aşağılayıp “Daha ne istiyorsun altı üstü itin tekisin” deyip kovalamışlardı? Kaç kapı suratına kapanmıştı? Kaç tanesi daha kapancaktı? Ne farkı vardı diğer itlerden? Neyin peşindeydi? Niye yetinmiyordu önüne atılanlarla... Şu koskoca dünyada bir it neyi değiştirebilirdi ki? Bu yaptığı kendisine acı çektirmekten öteye gitmiyordu. Oysa diğerleri gibi o da kabul etseydi, itilip kakılmalara aldırmadan gayri safi kemik sayısından payına düşeni maksimize etmeye çalışsaydı; daha pragmatik olmazmıydı? Ama yapmıyordu işte. Bir türlü aklım ermedi. Ne istiyordu bu it!