24 Ekim 2010 Pazar

Bukowski


Kimse dişçi veya otomobil tamircisi olabileceğinden emin değildir ama herkes yazar olabileceğinden emindir...... herkes konuşabiliyor, sözleri kağıda yazmayı biliyordu, demek ki herkes yazar olabilirdi. Ama allaha şükür insanların çoğu yazar değildir, hatta taksi şöförü bile olamazlar ve bazıları-birçoğu- maalesef hiçbir şey değildirler.

Factotum Charles Bukowski

29 Eylül 2010 Çarşamba

Okul


Okul, dört tarafı kapalı üstünde damı olan yer değildir. Okul her yerdir. Önemli olan öğrenmek, öğretmek, beraber olmak ve bir gaye için savaşmaktır.

Mahmut Hoca

28 Eylül 2010 Salı

:D


Sokağın başındayım... 3-4 yaş büyük komşu kızı sesleniyor: “Halan geldi.” Koşuyorum... Herkes bir şeyin başına toplanmış... Kalabalığın arasından kafamı uzatıyorum... Bir bebek... Sonrası pek net değil... Malum gün çekilmiş fotoğraftan bir şeyler çıkarmaya çalışıyorum. Olmuyor. Her şey çok silik...

1,5 yaşında... Salonun ışığı yanıyor. Oda karanlık... Sessiz olmalıyız... Arkamı dönüp uyumuş numarası yapıyorum. Olanca gücüyle kafamı ısırıyor... Bağırıyorum...

Net değil... 2 ya da 3 yaşında... Fuara gitmişiz... Fuar dediysem Panayırla Lunapark karışımı bir şey. Uçan balonun içinde helyum gazı olduğunu ne o ne de ben biliyorum. Ama ben elimdeki ipi bırakırsam balonu kaybedeceğimin farkındayım. O değil... Bırakıyor... 5-10 saniyelik boşluk... Ağlıyor... Elimdeki balona takılıyor gözleri... Ağlamıyorum. Ama o balon benimdi...

Hava sıcak, Temmuz ya da Ağustos ayı... Üç tekerlekli bisikletine binmiş... Yan sokaklara gidiyoruz. Dik bir yokuştan olanca hızla aşağı itiyorum... Eğleniyor... Çok hızlıyız. Ayağım kayıyor. Bisiklet tepe taklak olurken tutmaya çalışıyorum. Kalbim yerinden fırlayacakmış gibi... Çok şükür bir şeyi yok. Parmaklarım ezilmiş. Ağlamıyorum. Titriyorum...

5-6 yaşlarında... Babaannemin başucundaki çekyatta uyuyoruz. Ben duvar tarafındayım. O ise kapıya yakın. Geceleyin tuvaleti gelirse üzerime basmasın diye böyle yatıyoruz...

8 yaşında... Ankaraya taşınıyorum. 3-4 yıl boyunca senede en fazla 10-15 gün görüşüyoruz. Kayıp dönem...

Babaannemdeyiz. Mutfak soğuk. Omlet yapıyorum. Bir kızdan bahsediyor. "Eee" diyorum. “eee si bu işte" diyor...

Birkaç gün sonra... Kızla konuşuyor... Artık bir sevgilisi var...

15 gün evvel... Babaannemdeyim. “Ankara'da sen varsın, bu yüzden içimiz rahat” diyor. "Babaanne" diyorum "21 yaşına gelmiş, neredeyse ben ona abi diyeceğim..." “Sus” diyor “O daha küçük...”

21 yaşını doldurmuş. Bir köşede öylece oturduğumu görünce yanıma gelip soruyor “Canın sıkılıyor mu?” Yo diyorum. İyiyim. Asıl sen nasılsın eğleniyor musun? “Ben” diyor “Ortam adamıyım oğlum. Bukalemun gibi...” Gülüyorum...

23 Eylül 2010 Perşembe

EMPATİ


İsmi lazım değil bir gazetecinin eşi, (efendim kendisi danıştay’da görevli) evet oyu verenler için açmış ağzını yummuş gözünü.

“Bilinçli olmayan yani yüzde 42'lik dilimin dışında olan oylar bana göre, gaflet, delalet ve ihanet içindedirler” (delalet değil, dalalet demek istedi sanırım )

Söz konusu hanımefendi; “Birey olanlar, olabilenler hayır dedi.” minvalinde sözlerle devam ediyor konuşmasına.

2002 seçimlerinde malum parti iktidar olduğunda. “Eyvahlar olsun, yandık şeriat gelecek” diyen yaygaracılarla “Referandumdan evet çıktı, geleceğimiz kapkaranlık” diye ağlayan felaket tellalları birbirine ne kadar benziyor değil mi? Çığırtkanlık yapıp, halkı huzursuz etmeyi milli görev edinmiş bu zihniyet mensupları, kendilerini uyarıcı olarak mı tanımlıyor acaba? Hani kimsenin görmediğini onlar görüyor ya... Hani bu yüzden son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ülkeyi kaosa sürükleyip genel seçime gittiler ya... Ne değişti peki? O korktukları adam cumhurbaşkanı oldu da ne oldu? Ortaçağ karanlığına mı süreklendik. Yoksa bu zihniyetin amacı aydınlık gelecekten öte, ideolojilerine uygun insanları cumhurbaşkanı yapmak mıydı?

Ne yazık ki %42’nin bilinçli bireyler olduğunu iddia edenler, kutuplaşma apartmanına kaçak kat çıktıklarının farkında değiller. Tıpkı diğerleri gibi. Evet birgün o apartman yıkılacak ve hepimiz altında kalacağız. Sırf birbirimizi tanımaya çalışmayıp, korkularımızı anlayamadığımız için...

Ha bu arada TDK bilinç sözcüğünü şöyle tanımlamış:

İnsanın kendisini ve çevresini tanıma yeteneği, şuur.

22 Eylül 2010 Çarşamba

EKLEMBACAKLILAR MAHKEMESİ


Duvar, yastığın üzerine konmuş kara sineği seyrediyordu. Yastık, -cansız varlık olduğundan mıdır bilinmez- sinekten rahatsız olmuşa benzemiyordu. Üzerindeki kılıf eskimiş olmasına rağmen temizdi. İşte bu temizliği lekeleyen küçük pislik, duvarın midesini bulandırmaya yetti. Pütürlü yüzü bir anda buz kesti, soğuk soğuk terlemeye başladı.

Şaşkın şaşkın, duvarın sarı teninden yere akan tere bakan sinek: “Ne oldu, neyin var?” diye sordu ürkekçe.

Öfkeyle cevapladı duvar:

-Neyim mi var? Neyim mi var? Midemi bulandırıyorsun küçük pislik. Serseri gibi dolaşıp, konduğun her yere pislemen beni hasta ediyor.

- Ama... ama ben... ne yapabilirim ki? Öyle aylarca kımıldamadan durmamı beklemiyorsun herhalde?

“Ne yapabilirim ha? Beyninin vücudunla doğru orantılı olması ne büyük talihsizlik, dur bakalım düşünelim, ne yapabilirsin? Hah buldum, defolup gidebilirsin.

- Ne?

- Duydun işte defol diyorum. Murdar bedenine daha fazla tahammül edemem.

- Kendimi bildim bileli buradayım. Nereye gidebilirim? Yol bilmem, iz bilmem

- Eğreti cümlelerin tebessüm etmemi sağlasa da, diyaloğun yersiz yere uzaması hastalığımı azdırıyor. Bak her yer terimden sırılsıklam oldu. Canım parkeler kabaracak; ama beyefendinin umurunda mı, yol-iz bilmezmiş. Dışarıdaki sineklerin hepsinin kıçında navigasyon cihazı takılı sanki? Defol diyorum def-ol, buraya ait değilsin.

Çaresizlik... Yapacağınız hiçbir şeyin olmaması.. Bugüne kadar, kimse nereye ait olduğunu söylememişti küçük kara sineğe. Sinek de bir an olsun düşünmemişti oraya ait olup olmadığını, hem bu aidiyet duygusu da neyin nesiydi. Yaşamak için, bir yere bir şeye ait olmak mı lazımdı illa.

Sesini çıkarmadı, sadece nasıl gidebilirim diye sordu.

Duvar, sorudan memnun; ama umursamaz bir ses tonuyla

- Tam karşındaki kapı yardımcı olacaktır sana....

Küçük kara sinek, daha duvar sözünü bitirmeden; kapının koluna kondu ve “gitmek istiyorum açılır mısın?” dedi.

Kapı, kilitli olduğunu lakin üzerindeki anahtarın onu açabilecek kudrete sahip olduğunu söyledi.

Sinek altı bacağından birini kafasına koyup düşündü. Ne tuhaf şeydi şu yaşam. Koskoca kapıyı açma kudreti, küçücük anahtara verilmişti. Düşünmek... Olur olmaz yerde, olur olmaz şeyler üstüne... Neden böyle olur hep? Yapılması gereken onca iş varken önemsiz ayrıntılara takılır bir tarafımız. Ve her seferinde öbür yanımız ”Bırak şimdi bunu, yapılacak onca iş varken sırası mı? ” diye uyarır onu. Yaşam boyu sürüp giden bu iç çekişmeden kim galip çıkar sonunda? Küçük kara sinek öbür yanının baskısına dayanamadı, -ne de olsa mendebur duvardan bir an önce kurtulmalıydı- anahtara, kapının açılması için yardımına ihtiyacı olduğunu söyledi.
Anahtar, kendi etrafında bir kere döndükten sonra “şimdi kapı açılabilir” dedi.

Bu dönüş o kadar hoşuna gitmişti ki, bir daha dönmesi için yalvardı. Anahtar, sadece ters yöne dönmesinin mümkün olduğunu, isterse bunu yapabileceğini anlattı. Sinek bunun onu çok mutlu edeceğini söyledikten sonra anahtar bir kez daha döndü. Muhteşem nümayiş karşısında gözleri kamaşan Küçük kara sinek teşekkür edip, kapıya yöneldi.

-Açılabilir misin?

Tok sesli kapı bağırdı: “Ahmak herif, ben hala kilitliyim”

Az şaşkın, daha çok memnuniyetsiz küçük kara sinek, anahtara seslendi,

-Duydun mu? Kapı hala kilitliymiş.

-İlk döndüğümde kilit açılmıştı, ama ikinci kez dönerek kapıyı tekrar kilitledim.

Sinek hevesle bir kez daha dönüp dönemeyeceğini sordu.

Anahtar, bezgin gözlerini sineğe çevirdi ve “Hayır” dedi. “Maalesef şansını kaybettin”

- Saçma, alt tarafı bir kez daha döneceksin, ne çıkar bundan?

Anahtar oralı olmadı. Sinek de vızıldanarak uzaklaştı oradan.

Olanı biteni usulca seyreden duvara dönüp, “görüyorsun işte, kapı gitmeme izin vermedi” diyen sinek, duvarın sözleri karşında ürperdi.

-Meraklanma küçük pislik, gitmek istiyorsan her zaman bir yol daha vardır, zaten senin gibiler için ideal çıkış kapı değil, baca deliğidir. Hem kimseden izin almana da gerek yok.

-BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU-

18 Eylül 2010 Cumartesi

Yok artık biz de abarttık ama...


2010 Dünya Basketbol Şampiyonası Finalinde Başbakan’a yuhh çeken seyircilerin peşine düşülmüş. Zihin okuyucular, söz konusu seyircilerin Başbakan’a “yuuuuuhhh” çekmek için maça geldiğini düşünüyormuş. Kredi kartı bilgilerinden tüm bu seyircilere ulaşılarak “yuhh” çekmenin hesabı sorulacakmış. Yok artık. Bu haberi okuduktan sonra kaç kişi George Orwell’ın kulaklarını çınlatmıştır acaba?

Sayın Başbakan:“%42’nin analizini yapıyoruz” derken sanırım bunu kastetmiş.

Sigara içiyormuşsunuz, içirtmem,
Referandum’da “hayır” diyormuşsunuz, dedirtmem.
“Yuhh” çekiyormuşsunuz, çektirtmem.

3 Eylül 2010 Cuma

Padişahım Çok Yaşa


Müjde 1 Ekim 2010 tarihinden itibaren Zorunlu Sağlık Sigortası geliyor. Çalışmayan herkesten geliriyle orantılı olarak (üst sınırı 184 lira) sigorta primi kesilecek. "Çalışmayan adamın geliri mi olur?" demeyin. Koskoca hökümetten daha iyi mi bileceksiniz? Sosyal devlet ilkesini yalayıp yutmuş iyi yürekli devlet büyüklerimiz düşünmüş taşınmış ve şu soruyu sormuşlar: “Geliri yoksa nasıl geçiniyor? Ne yiyip içiyor”

Nasıl geçindiğimizi, ne yiyip içtiğimizi soran, merhametli devlet adamlarımız var. Ne güzel işte, sosyal devlet denilen olay tam olarak bu.

Ola ki isyan etmeye kalkar ve söz konusu tarihten evvel beyannameyi vermezseniz 700 küsur lira cezayı ödemeyi ve her ay en üst dilimden (184 lira) sigorta primi yatırmayı kabul etmiş sayılıyorsunuz.

Dedim ya üst sınır 184 lira, yılda 2.200 TL eder. Çarp işsiz sayısıyla, sahi işsizlik oranı neydi ya?

Üniversite’de İktisata giriş dersi almış biri olarak şunu diyebilirim ki: "Bu adamlar bu işi biliyor." İşsiz sayısı ile doğru orantılı olarak hökümetimizin geliri artacak. Bravo doğrusu ne keynes, ne adam smith, hepsi hikaye.

Yahu benimki de laf, nasıl unutum? Hökümetimizin başındaki zat-ı muhterem iktisat mezunu değil miydi? Elbette o bizden daha iyi bilecek ekonomiyi. İşin ehli dedikleri olay da bu olsa gerek.

Vatandaşlar ekonomi iyiyye gidiyor, rakamlar ortada.

2006’da 400 bin lisans mezunu aday KPSS’ye girerken; 2010’da bu sayı 800 bine çıkmış. Gördüğünüz gibi hökümetimizin ne kadar doğru yolda olduğunun bir göstergesi daha. Son dört yılda özel sektörde çalışanların refah düzeyi o kadar yükseldi ki insanlar, bu monotonlaşmış bolluktan sıkılıp, yeni macera peşine düştü. Filmin adı: “3 kuruş memur maaşıyla nasıl geçinilir?”

Yoksa hepimizin bildiği gibi işsizlik diye bir sorun yok. Temel sorun insanların iş beğenmemesi. Her yer iş ilanı ile dolu, alın size örnek:

1. Vardiya: Pazartesi -Salı - Çarşamba - Perşembe:11:00 - 23:30 arası çalışma

2. Vardiya: Cuma - Cumartesi - Pazar: Cuma, Cumartesi 11:00 - 01:30 arası Pazar 11:00 - 23:30 arası çalışma

Ücret: 500 TL ( 200 TL maaş + 100 TL Yol + 200 TL Yemek) + Sigorta

Not: Çalışma başarınız ve böylelikle alacağınız prim ile maaşınızı 600 - 700 TL ye yükseltebilirsiniz!

Yanlış duymadınız 200 tl maaş + yemek + yol hem de hafta da sadece 42-50 saat çalışarak.

Yok arkadaş bizim gençlerimiz tembel. Çalışmaya niyetleri yok. Yazık. İki mürekkep yalamakla bir b.k oldum sanıyorlar. Kokoca hökümet her üniversite mezununa iş bulmak zorunda mı canım?


Önemli Not: Yukarıda yazılanlar tamamen hayal ürünüdür. Yıllardır kopyala yapıştır yayımcılığı düstur edinen yazar, İngiliz eleştirmen George Orwel'ın 1984 isimli romanının etkisinde kalarak, aslı astarı olmayan safsatalarla okuyucuyu etkilemeye çalışmıtır.

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Yazık Oldu Süleyman Efendi'ye...

Fark Yok


Klasik müziği “gıy gıy” olarak nitelendirenlerle arabesk müziği hor görenler arasında fark yok.

Bale gösterisini izlemeyenleri "alt tabaka" diye aşağılayanlarla, izleyenleri "halktan kopuk, elitist" diye sınıflandıranlar arasında fark yok.

Üst düzey devlet görevlisi maça gelecek diye pon pon kızların gösterisini iptal edenlerle banliyö treninde klasik müzik çalıp, tüm yolcuları bunu dinlemeye mahkum edenler arasında fark yok.

x partisi yönetimde kalırsa ülkeyi mollalar ele geçirecek diyenlerele, y partisi iktidar olursa din elden gidecek diyenler arasında fark yok.

Son olarak ünlü piyanist hakkındaki yorumum: Tahammülsüz.

29 Ağustos 2010 Pazar

Çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen


Ne gerek var, en iyisi İzmir üzümü... Yanına da şekersiz kahve, oh ne ala memleket.

Zaman hızla akıyor. Bir yıldır işsizim ve yaklaşık o kadardır iş aramıyorum. Sıfırı tüketeli çok oldu, lakin kıytırık işlerde çalışasım da yok. Ne olacak benim halim?

Kimseye kırgın değilim, kendime de... Dünyaya tekrar gelsem, yine u.k. olurdum.

“Akılları pazara çıkarmışlar, herkes kendi aklını almış” Atasözü.

Yine de hayat güzel. Kuşlar,böcekler falan... İyi işte... Ben, “azıcık aşım, ağrısız başım” insanıyım. İş stresi, fazla mesai, yoğun tempo... bana göre değil.

Ege’de herhangi bir sahil kasabasında, mütevazi ama bahçeli bir evde (uydu, internet v.s. olması kaydıyla) yaşayıp; sabahları, üstünde palmiye ağacı motifleri bulunan şortumla mütevazi evimin elli adım uzağındaki denize girmek, akşamleyin ise onca leziz yemeğin üstüne, taze nane yapraklarıyla aromalandırılmış mis gibi kokan çayımı yudumlayarak, bahçedeki iki kiraz ağacının arasına kurulmuş saçaklı hamak’da John Steinbeck’in “Fareler ve İnsanlar”’ı yahut Tolstoy’un “Diriliş”’i tadında bir roman okuyup, gecenin çökmesiyle etkisi git gide azalan meltem rüzgarlarının, uzamış sakallarımın arasında dolaşmasına ses etmeden, hani o çok uzakta olmayan denizden gelen dalgaların huzur veren sesiyle uykuya dalmak istiyorum.

"ben olsam utanırım, bu ne biçim öğrenci?
hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten." Ü. Tamer

18 Ocak 2010 Pazartesi

...


İtikat sahibi olmak... Nedir bu? Nasıl olunur? Bir kere sahip oldunuz mu bir daha kaybetmez misiniz? Hayat, itikat sahibi olmak için kısa, itikatlı kalmak için uzun... Elbette göreceli ama ben böyle düşünüyorum. Buna da karışamazsınız ya.. Boyumdan büyük laflar etmek gibi bir gayem yok. Lakin “İlim sahibi olmadan fikir sahibi olmak” gibi klişelere de bu yazıda yer yok. Niye mi? Kuzum İnanmak ilim sahiplerine mahsus değil ki... Eski türk filmi repliklerini kullanmamalı mıyım? Komik mi oluyorum? Yahu sorun bu değil. İlla laf kalabalığı yapacaksınız. Ben gecenin bu vaktinde kafama takılan bir soruya cevap arıyorum o kadar... Milyarlarca inançlı insan var değil mi? (Durun bir dakika sorum bu değil elbet) Müslüman, Hristiyan,Yahudi, Şaman, Budist, Zerdüşt, Yehova’nın şahitleri, Afrika Geleneksel İnanç mensupları (böyle yazınca tuhaf durdu ama...) Daha sayamadığım bilumum inanç sahibi. Şimdi gidip bu itikat sahiplerine deseniz: “Eğer iman ettikleriniz gerçekse, hiçbir sorgu suale çekilmeden ebedi mutluluğa kavuşacaksınız. Tek bir şey yapmanız gerekiyor. Ölmek. Bir dakika dahi düşünmeden.” Kaçı kabul eder sizce? Hemen olayı çarptırmayın. İntihar etmekten bahsetmiyorum. Sadece tüm kalbinizle ölmeyi isteyeceksiniz. Gerçekte ne kadar itikat sahibi varmış ortaya çıkar mı? Kim münafık, kim menfaatperest, kim ikiyüzlü, öğrenir miyiz? İyice düştüm mü?

Haklısınız. Ne yapıyorum ya... Şu an KPSS’ye çalışıyor olmalıydım. Kural içi boşluk, Hukuk boşluğu, Mutlak Butlan, Nispi Butlan nedir bilmeli günümüz memurları... Anayasayı yalayıp yutmalı, Tarihi sular seller gibi ezberlemeli... Eski Türk devletlerinde ülke hükümdar ve ailesinindir. I.Murat ülke padişah ve oğullarınındır demiş. Fatih ise ülke padişahındır diyerek kardeş katlini yasallaştırmış. Amaç çıkması muhtemel bir iç savaşta daha fazla kardeş kanı dökülmesin. Cumhurbaşkanı Bütçe Kanunu tekrar incelenmek üzere meclise gönderemez. Danıştay üyelerinin ¾’ü Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından, ¼’ü Cumhurbaşkanınca seçilir. Fransa ve Rusya'da yarı başkanlık sistemi vardır. 1982 anayasası kazuistiktir. 1961 Anayasası en özgürlükçü anayasamızdır (Ki devletin en üst düzeyindeki adamın en temel özgürlüğünü alan cunta tarafından hazırlanması düşündürücü. Tabi o günleri yaşamadık. Şartlar farklıydı diyenler çıkacak. Yorum yok...) 1921 anayasasında meclis hükümeti sistemi var. Cumhurbaşkanı ve Başbakan yok. Meclis Başkanı Hükümetinde Başkanı. Ayrıca 1921-1924 Anayasalarında kuvvetler birliği ilkesi benimsenmiş. Sosyal Devlet, Hukuk Devleti, Demokratik Devlet ilkeleri ilk kez 1961 Anayasasında yer almış. Divan-İşraf devlet memurlarını teftiş eder. Divan- istifa mali işlerden sorumludur. Uçmağ cennet, Tamu cehennem demektir. Ölü gömme törenlerine yuğ, yakılan ağıtlara sagu denir. Ulufeciler sancağı ve bayrağı korur. Galebe divanında elçiler kabul edilir.

Daha Coğrafya ,Türkçe, Matematik, Geometri var. Tabi alan derslerini unutmadım. En azından Maliye ve Muhasebeye çalışmalıyım.. İktisat, Hukuk, İşletme v.b. de var ama yetişmez. Nasıl unuturum ya İngilizce var daha... Oohooo çok çalışmam gerek çok.. Hadi ben kaçtım..

Yazıyı bir yere bağlamadan gidemez miyim? Niye? Kafası karışmış bir adamın saçmalıkları deyin geçin işte... İtikat sahibi olmakla başlayıp KPSS ile bitirmek abes mi? Durun o zaman söylüyorum. Yazının ana fikri: “İnanmak başarmanın yarısıdır” Yok lan ana fikir falan... Lan demem hoş olmadı mı? Haklısınınız. Temyiz kudretimin yerinde olduğu bir günde sağlıklı yazılarla görüşmek dileğiyle esen kalın...

Not: Yukarıda geçen bilgilerin doğruluğundan yazar sorumlu değildir. Tekrarlıyorum. KPSS’deki olası başarısızlığınızın müsebbibi değilim. Öğrenmek isteyen adam gibi oturup çalışsın. ("Adam gibi" bir deyim. Hemen cinsiyet ayrımcılığı yapmakla suçlamayın. TDK bile kabul etmiş. Ha TDK’nın kabul ettiği her şey doğrumdur tartışılır. Lakin vaktim yok. Bu yazıda “iyice, derinlemesine, ayrıntılarıyla çalışın" anlamında kullanılmıştır.)

14 Ocak 2010 Perşembe

Ankara


Dile kolay 14 yıl... Ankara'ya düştüğümde çocuktum. Düşmek diyorum çünkü düşülecek şehirdi Ankara. Yaşamak için ya mahkum olmalıydınız ya memur...

Ben de öyleydim işte. Memur olmaya çalışan mahkum. İliklerinize kadar işleyen soğuk, yazları bile terk etmeyen karamsarlık, dört mevsim kurtulamadığınız tenkit edici bakışlar... Nasıl olur da sevebilirdiniz? Hiçbir şey vaat etmiyordu. Ne bir denizi, ne uçsuz bucaksız ormanları... Çorak topraklarında hüküm süren büyük adamlarından başka neyi vardı? Bu da yetmezmiş gibi bacalarından çıkan dumanlar gün be gün zehirliyordu sizi.

Ama cellatlarına aşık olan mahkumlar gibi bende teslim oldum sonunda.

Evet itiraf ediyorum: "Tüm çirkinliğine rağmen seviyorum seni Ankara..." Biliyorum umurunda değil. Olsa da söylemezsin. Soğukluğunun yegane sebebi bu anlamsız gururun değil mi? Merak etme tumturaklı sözlerim yok senin için. Farkındayım hoşlanmıyorsun onlardan. Ama sormadan edemiyorum. Neden? Neden bu kadar renksizsin? Topraklarında kurulan TRT bile değişti. Gel inat etme artık. Ebem kuşağı ile arandaki husumeti gider ne olur. Söyle birkaç rengini ödünç versin sana. Çıkar artık üstündeki tayyörü. Dağıt saçlarını. Oje sür tırnaklarına. Ve izin verde birisi tutsun ellerini.. Zamanında kimler kırdı seni bilmiyorum ama bir şans daha ver bizlere... Üzerimize basıp geçme. Hoyratça kullanıp bir kenara atma... Ha unutmadan tüm debdebenin dışında, kenar mahallende yaşananları, yaşayanları da görmezden gelme.

3 Ocak 2010 Pazar

MUTLULUK


10-11 yaşlarında, sabahları üçgen peynir, közlenmiş sosis ve sarellemi yerken izlediğim bir çizgi film vardı: “80 Günde Devr-i Alem” O zamanlar bu çizgi filmin 80 günde bitip bitmeyeceğini düşünmekten daha önemli işlerim yoktu ve mutluydum.

Yine o yıllarda gördüğüm bir reklam tabelasının üstünde şunlar yazıyordu “Hayat bazen tatlıdır” Geçmiş zaman, ne olmuştu hatırlamıyorum; ama mutluydum. Tabelaya bakıp gülümsediğim aklımdan çıkmamış. İçimden söylediğim şu sözler de dün gibi hatırımda: “Ne bazeni ya... Hayat süper” Bu kadar net hatırlamamın nedeni kısa süre sonra yaşadığım acı bir olay. Şimdi hayatımı baştan sona değiştiren o güne dönmek istemiyorum. Tek bir şey söyleyeyim: Hayatın o gün son bulması gerektiğini çok düşündüm..

Aradan 13-14 yıl geçti. Artık kahvaltıdaki sosis, sarelle ve üçgen peynir mutlu olmama yetmiyordu. Çünkü büyümüştüm ve mutluluk çocukken ki kadar kolay elde edilen bir şey değildi. Mücadele etmeliydiniz. Aramalıydınız. Peşinden koşmalıydınız. Anlayacağınız zahmetli işti mutlu olmak.

İki gün evvel yeni bir yıla girdik ve yılın ilk günü diğer senelere nazaran çok farklıydı. Uzun zaman sonra “hayat güzel be” dedirtti . Yine de çok şey beklemiyorum. Hani iddialı sözlerim yok: “Bu yıl farklı olacak” gibi... Ancak 2010 yılının ilk sabahı bir şeyi anladım. Mutluluk hala kahvaltıdaki sosisin içindeymiş. Belki de dün geceden kalan bulaşıkların arasında... Yakalamak için sağa sola saldırmaya, peşinden koşturmaya gerek yok. Hayata küsüp bir kenarda öylece bekleyin de demiyorum. Kapıyı aralık bırakan yeter. Eğer isterse o sizi bulur.

2 Ocak 2010 Cumartesi

SANA


İçimden geldi Özdemir ASAF'ın birkaç şiirini paylaşmak istedim. Ha bir de neden bu resmi koydum anlayabilmiş değilim :)

SANA

Küçük çocuklar yapıp geceleri kendimden,
Seni öpsünler diye gönderiyorum sana.
Bana, kucaklarında seni getiriyorlar;
Ben de sonra o seni getiriyorum sana.

NOKTASIZ

Biri gelir sorarsa
Sana beni sorarsa
Gitti der misin
Gittiğimi söyler misin
Gidiyorum ben sana
Benimle gider misin.